Sinema üzerine filozofik görüşleri olan Rudolf Arnheim, düşünmenin görme ile ilk anda oluştuğunu yazar. Arnheim’in görme ile düşünmeye dair bu görüşünde “görmek” kavramını metaforik olarak kullanmadığını özellikle hatırlatmak gerekiyor. Görmek ve düşünmek arasındaki ilişki, sözcüğün tam da duyu organımız olan gözlerimizle yaptığımız görme üzerine kurulur. Filmlerdeki görsel imajların niçin sadece eğlence olarak değerlendirilemeyeceğini temellendiren bu tür görüşler sadece Arnheim’de değil, Béla Balâzs’da, Jean Epstein’de, Sergei Eisenstein’de ve son yıllarda Gilles Deleuze, Alain Badiou, Jacques Ranciere gibi filozoflarda da görülebilir. Düşünmek, görmek ile başlar.
Acaba sadece görmek ile mi? İşitme ile düşünme arasındaki ilişki de benzer bir doğrultuda kurulamaz mı? Nitekim Gilles Deleuze özellikle Sinema 2’de optik yani görsel imajlarla sonik yani ses imajları eşit düzeyde gördüğü zaman imaj analizinde buna dair ipuçları verir. Sinema, başından itibaren sesle ilişkilidir, sessiz sinema denilen dönemde dahi. Film içinden veya dışından gelen müzikler, sesler; konuşmalar olmasa da, görsel imajlarla yan yanaydı. Bazen görsel imajlarla uyumluydu, bazen, istisna da olsa, onlarda çatlaklar yaratıyordu. Ama 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ses imaj ile görsel imaj arasındaki bu gedikler daha da büyüdü. Aralık açıldıkça da düşünce, düşünülmeyeni dahi düşünmeye başladı. Heidegger’in “çağımızda en önemli düşünce halen henüz düşünmüyoruz” sözüne karşı filmlerden bazı yanıtlar gelmeye başladı belki de. Filmler, seslerle görüntüleri birbirinden kopararak bizler üzerinde daha önce tanık olmadığımız farklı yağmurlar yağdırmaya başladı. Zaman-imajlar, daha önce hareket-imajlarda da var olan yağmurların şiddetini hem artırmış hem de çeşitlendirmişti. Artık, daha önce işitmediğimiz sesleri de işitmeye başlamıştık.