İnsanın varlığı kadar eskiye götürülebilen felsefenin, kavramlar üzerine inşa edildiği bir gerçektir. Kavramlar, felsefi disiplinlerin genel yaklaşımları içerisinde belirli anlamlar kazanmaktadır. İnâyet kavramı da felsefe tarihi içerisinde yoğun bir şekilde işlenen kavramlar arasında yerini almaktadır. Çok geniş bir anlam zenginliğine sahip olan inâyet kavramı, Tanrı-âlem ve insan ilişkisine ışık tutmaktadır. Ayrıca inâyet, çoğunlukla kötülük problemi tartışmalarına dair ortaya konulan iyimser yaklaşımlarda başvurulan bir kavram olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Antik çağdan beri inâyete dair lehte (Stoacılar, Eflatuncular, Peripatetikler ve Helenistik Okul) ve aleyhte (Epikürcüler) çeşitli görüşler ortaya konulmuştur. İslam filozofları arasında Kindî, inâyeti nizâm delili, tedbîr kavramıyla; Fârâbî, sudûr teorisi ve erdemli toplum düşüncesiyle ilişkilendirerek değerlendirmektedir. Âmirî’ye gelince o da meseleye sudûr teorisi ekseninde yaklaşmaktadır. İbn Sînânın felsefî sistemi içerisinde ise inâyet ontolojik, epistemolojik ve ahlakî boyutları olan merkezi bir kavram halini almıştır. Ona göre inâyet, Allah’ın her şeyi mutlak bilgisiyle bilmesi (hikmet), yaratması ve yarattıklarının varlığını sürdürmesi (cömertlik) ve mümkün en mükemmel iyilik düzenini var etmesidir (kudret). İbn Sînâ, ayrıca inâyetin neredeyse bütün tanımlarında iyilik düzenini vurgulamakta, kötülük problemini de İlk Sebeb dışındaki varlıklardaki çokluk ve bilkuvveliğe dayandırarak çözmeye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra onun, âlemin tamamına yayılmış olan inâyet içerisinde, kötülüğün bir nevi yok mesabesinde olduğunu gösterme gayreti de göze çarpmaktadır.
Sonuç olarak şu söylenebilir ki, İbn Sînâ ile birlikte inâyet, kötülük problemi içerisindeki dar bağlamından sıyrılmakta ve felsefenin bütün konularıyla ilişkili olan varlık, zorunluluk gibi bir kavram haline gelmektedir. Başka bir deyişle İbn Sînâ felsefesinde bütün yollar bir şekilde inâyete çıkmaktadır.